Cüneyt BAŞARAN


Geçen sene Kredi Garanti Fonu destekli ekonomimizin yüzde 7.4’lük büyümesi herkesi çok umutlandırmıştı. Yılın ilk yarısı da aslında bu umutları destekler nitelikteydi. Üstüne seçimler de yapıldı ve ortadan bir bilinmezlik daha kaldı. Bu arada küresel ekonomiler toparlamış, Türkiye’nin de ihracat pazarları AB’sinden Ortadoğusun'a kadar kendine gelmişti.
 
Böyle bir durumda ne beklersiniz? Yılın ikinci yarısında çok daha iyi bir ekonomik durum değil mi?
 
Ancak böyle olmadı. Malumunuz , Temmuz ayı itibariyle önce kurlarda arkasından da faiz hadlerine sert yükseliş, enflasyonda sadece 2-3 ay içinde yüzde 10’luk artış, borsada sert satışlar vs…
 
Peki ne oldu da , evdeki hesap çarşıya uymadı ?
 
Bir kaç sebep üzerinden soru cevap birlikte gidelim…
 
Dış Mihraklar; En gözde açıklamlardan biri. Darbe girişiminden sonra hızla toparlanan Türk ekonomisini, seçim sonuçlarını gördükten sonra hızla aşağıya çekmek için küresel güçlerin yaptığı organize hareketler.
Bu fikirde olanlar için ortaya sürülebilecek en kuvvetli açıklama; ABD’nin Rahip Brunson davası üzerinden Türkiye’ye başlattığı yaptırım süreci ve akabinde Türk sermaye piyasalarında görülen sert satışlar.
 
ABD’nin Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar uygulaması, iki müttefik ülke arasındaki ilişkilerin muhtemelen Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra en sıkıntılı döneme girmiş olması , Türkiye’ye gelen yabancı özellikle de Batılı sermaye açısından şüphesiz ki negatif etki yaratmıştır.  Dolayısı ile  “Ne oldu da seçimlerden sonra işler bir anda bozuldu ? “ sorusuna “Dış Mihraklar” seçeneğini işaretlemek çok da zor olmasa gerek.
 
Ancak…
 
Bu argümana karşı getirilebilecek bir kaç karşı söylemi de mutlaka göz önünde bulundurmak lazım kanaatindeyim.
 
Önce ABD ile ilişkilerin bozulduğu sırada AB ile özelde de Almanya ile son dönemlerin en verimli ikili ilişkilerinin başladığını görüyoruz. İngiltere ile olan ticari ve diplomatik ilişkiler de son dönemlerin en doyurucu olduğu dönemde. Demek ki ; topyekûn Batı’nın Türkiye’ye karşı organize bir atağından bahsetmek pek mümkün değil.
 
Diğer taraftan kurda son ayda yaşanan yüzde 30’luk devalüasyondan bahsederken atlanmaması gereken bir nokta şudur ki; Türk Lirası son 2 yıldır düzenli olarak ABD Doları’na karşı değer kaybetmekteydi. 2017’de yüzde 20 değer kaybeden kur, 2018’in ilk 6 ayında da zaten yüzde 25 değer kaybetmişti. Hem de Merkez Bankası’nın  Nisan – Haziran arası yaptığı 500 baz puanlık faiz artırımına rağmen. Demek ki yılın ilk yarısında yüksek büyüme rakamına rağmen zaten hem kurda hem de faizde ciddi bir erozyon zaten yaşanmaktaydı.
 
Toparlamak gerekirse …
 
Türkiye ekonomisi uzun süredir ikiz açık denilen hem bütçe açığı hem de cari açık veriyor. Bu aslında sadece bize ait bir durum değil. Arjantin, Brezilya, G. Afrika başta olmak üzere bir çok gelişen ülkede benzer durum var.
 
Aslında elma ve armutu toplamak gibi olacak ama Türkiye’nin yüzde 6 civarında cari açığı ve yüzde 2 civarındaki bütçe açığını toplayınca yüzde 8 gibi bir rakam ortaya çıkıyor. Aynı hesap Arjantin ve Brezilya’da da yüzde 8, Pakistan’da ise yüzde 10 yapıyor. Buna karşılık G. Afrika, Endonezya, Malezya, Hindistan gibi ülkelerde de yüzde 5-6 bandında.
 
ABD Başkanı Donald Trump’ın ticaret savaşları, ithalat vergileri, yaptırımlar vs ile kasıp kavurduğu, FED’in faiz artırımlarının arka arkaya geldiği ve diğer büyük merkez bankalarının da para basmayı bitirmek üzere olduklarını açıkladıkları bir ortamda, gelişen ülkeler bir anda küresel yatırımcının radarına girdi. Üstelik yukarıda yazdığım bütün oranlar, zayıf karınlar ortaya saçıldı.
 
Biz de Türkiye olarak payımıza düşeni maalesef fazlasıyla alıyoruz. Fazlasıyla diyorum çünkü ABD- Türkiye ilişkilerinin bu kadar gergin olması sanırım mevcut konjonktürde en son ihtiyacımız olacak şeydi.
 
Yılın son çeyreğinde işler bir nebze olsun toparlar mı?
 
Bu sorunun cevabı iki konuya bağlı. İlk olarak, dış politikada AB ile esen sıcak rüzgarların yanına mutlaka ABD ile mümkün mertebe ortak bir zeminde kaldığımızı eklememiz gerekiyor. İkinci nokta ise ekonominin aldığı hasarın atlatılması, yaraların sarılmasında izleyeceğimiz yola endeksli.  Eğer “çivi çiviyi söker” mealinde bol kamu harcamalı, büyük projelere kaynakların aktarıldığı, iç tüketime endeksli ve yüksek büyüme hedefli bir yol izleyeceksek işimiz kolay değil. Çünkü ekonomi bu kadar yara aldıktan sonra dinlenip yaraları sarmadan yeniden maraton koşusuna çıkılması mümkün gözükmüyor. Diğer yandan sıkı para politikası ve buna uyumlu mali politikalar devreye girecekse bir kaç sene “aktif dinlenme” yaşandıktan sonra daha dengeli bir ekonomik büyüme için yola devam edebiliriz.